var mı bişeyler

yayınlananlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yayınlananlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mart 2018 Pazartesi

rivayet


Brian J. Rennell 

keşke bir yerden ısırsaydı gözlerim seni
burnu akmazdı o zaman yalnızlığımın
belki sağımı solumla karıştırdığım günler de
sana bakarken aklıma gelmezdi

saat dokuzu sensiz geçerken hiç unutmam
mevsimlerden palamut
aylardan hava çok sıcak
günlerden cuma
kulaklarım yolunu gözlüyor
bir hayır arıyorum bu işte
-çalıyor-
dilimde tüyü bitmemiş şarkılar
iklim tropik
sen geçince sokaklar
hakim bitki örtüsü saçların
bir rivayete göre de
sen gel diye göçmüş bu topraklardan
keltler, ilirler ve traklar

bana muson demiyor yağmur
yol akıcı
durmazdan geliyorum
gözlerim kokunu ayırt ediyor
bir tütün daha sarıyorum
-ya da-
bir tütüne daha sarılıyorum yokluğunda
bütün çakmaklar kibrit oluyor.



[bu şiir "vertigo fanzin, 1. sayısında yayınlanmıştır]

4 Ekim 2017 Çarşamba

the (game) yüksek bütçeli eşek şakası


Merhaba arkadaşlar. Hoş geldiniz. Şöyle rahat buyurun, anlatacaklarım var. Uzun süredir film izleyemiyorum, arada izlediğim birkaç film de içime sinmediği için yazmak istemedim. Takdir edersiniz ki içime sinmeyen şeyi yazmamam hepimiz için oldukça makul ve hoş bir davranıştır. Yazmak istediğim filmi bulana kadar bir miktar beklediğim doğrudur. Bu süre de bir miktar uzamış olabilir, bu da doğrudur. Baktım olacak gibi değil ben de işimi garantiye aldım diyebilirim.

Bütün bu düşüncelere kafamda bir birlik ve beraberlik oluşturunca iyi bir yönetmenden, iyi bir film izleyeyim dedim ve öncesinde hiçbir malumatım olmadan David Fincher’in 1997 yılında yaptığı The Game filmini açtım. The Game bu güne kadar izlemediğim iki Fincher filminden biriydi (diğeri Panic Room). Baktım filmle birbirimizden elektrik de aldık “Fincher efendi ne yapmış bakalım” dedim.

Not: Film hakkında bir şeyler yazmadan önce bu film hakkında nasıl bir şey yazsam diye bir miktar düşündüm. Yani spoiler vermeden bu film hakkında bir şey yazmak gerçekten zor gibi geldi. O yüzden yazının bundan sonrasını filmi izlemeyenlerin okumaması daha iyi olabilir. -bak hala okuyor!- ya da okusunlar, fazla spoiler vermedim diye düşünüyorum.

Gelelim filmimize. Filmin adı, adı üstünde “oyun” (yapma ya). Başrollerinde ise Michael Douglas, Sean Pennve Deborah Kara Unger var. Filmde Michael Douglas dışında çoğu şey iyiydi. (hele son sahnede berbattın Douglas kusura bakma.)

Filmin konusu ise aşağı yukarı şöyle; zengin bir adam olan Nicholas Van Orton (Michael Douglas) her dakikası planlı programlı, suratında hep çok zengin olmanın verdiği ciddiyet taşıyan, kazandığı paralara yenisini eklemezse ölecek hastalığına yakalanmış, donuk bakışlı, duygusuz, kibirli, karısından yeni ayrılmış ve babası da genç yaşta intihar etmiş sorunlu bir adamdır. (tam bir şerefsizmiş adam) Kardeşi Conrad (Sean Penn) ise hiçbir şeyi kafasına takmamakla meşhur, gamsız, her ailede bir adet bulunan para yiyen çocuk rolündedir. Abisini çok seven ve onun sıkıcı hayatın renklendirmek isteyen Conrad, doğum gününde abisini ziyarete gelir ve “Her şeyi olan adama ne hediye edilebilir ki” diyerek ona bir kartvizit verir ve oradaki numarayı aramasını salık verir. Abisinden “Tamam olum arayacam yav” sözü aldıktan sonra da çeker gider. Doğum gününde tek başına evinde takım elbisesiyle televizyon izleyen Van Orton, “Dur lan neymiş şu kart, bir bakalım” diye bu gizemli yeri arar ve randevu alır. Ardından olaylar gelişir.

Sadece çok zengin ve aşırı elit kişilerin bile çok zor dâhil olabildiği bu yere referansı olmasına rağmen zar zor kaydını yaptıran Van Orton, bu yere kaydolduktan sonra hayatında bir anda kontrol edilemez olaylar peyda olur. Olaylar o kadar kontrol edilemez noktaya gelir ki, bütün servetini dolandırıcılara kaybettiği yetmezmiş gibi kendisini öldürmeye çalışan insanlardan da kaçarken neler döndüğünü bir yapboz gibi birleştirerek anlamaya başlar. Ve bu dev kumpasın (kumpas kelimesini çok güzel değil mi?) içinden yavaş yavaş çıkmaya başlar.

Gerçekten bazı yerlerinde, “Yok artık bu kadar da olmaz” dedirten film; oyun içinde oyun, bir miktar ters köşe ve sürpriz bir son barındırıyor. Senaryosu ve kurgusu gayet iyi olan film bazı yerlerinde beni hayretler içinde bırakmayı başarmıştır. Bu kadar monoton bir hayatın içinden çıkıp kendini kocaman bir oyunun ve aksiyonun içinde bulan baş rolümüzün de olaya kendini iyice kaptırmasıyla filmin sonu güzelce bağlanmış.

Filmin başında varlık içinde yokluk çeken Van Orton’un filmin sonunda tamamen farklı ve yeniden doğmuş bir adam olarak çıkması da, “Nerede hareket, orada bereket” atasözümüzü kanıtlar nitelikte. Yönetmen bize burada “yaşarken ölüydün, ölünce yaşamaya başladın” diyor olabilir.

İnsan evladının sınırlarını zorladığında ve hayatını biraz değiştirdiğinde yapabileceği şeylerin büyüklüğünü gözler önüne seren bu yapımı bitirdikten sonra, bir filmden ziyade çok büyük ve aşırı organize bir eşek şakası izlediğim hissine kapılsam da David Fincher ve Sean Penn’in hatırına 10 üzerinden 7 veriyorum.

Boş vaktiniz varsa, kafa karıştırıcı, ters köşeli ve sürpriz sonlu filmleri de seviyorsanız bir bakın derim. Bu arada ben filmi izledikten sonra isim olarak The Game yerine “The Yüksek Bütçeli Eşek Şakası” ismini uygun gördüm, bakalım siz ne diyeceksiniz.

Bunu seven bunu da sevdi köşemizde aklıma gelen filmlerde bu hafta:

– Shutter İsland (2010)
– Snowpiercer (2013)
– 2 Coelhos (2012)
– The Others (2001)
– Seven Pounds (2008)
– Lucky Number Slevin (2006)
– Incendies (2010)

23 Haziran 2012 Cumartesi

yücel yazı yaz




















Başım seni ağrıyor
En kılcal damarlar deri(n)den fırlayacak gibi
Sen geçiyorsun içinden
Sen de olsan duramazdın yerimde
İçimden sen görünsen

Kirpik kaşa tutunuyor
Bir an bile kaçırmamak için, güzelliğinden
Göz bebeklerim sarhoş, seni gördüğünden
uykum sana dalıyor
ellerinden tut, rüyalarına girerken

Harfler koşar adım
Aceleyle damağı öpüyor diller
Yelkenliyi itecek gibi sıcak nefesin
Dudağından damlıyor, balı kıskandıran sözler

Cümle olmak bütün alfabetik dilekler
Şiirler seni okutur, çizgiler sende birleşir
Ve
Seni yazmak için
Okuduğum bütün Ali ve Ayşeli fişler


hamiş: bu şiyir adı yok dergisinde yayınlanmıştır.


23 Aralık 2011 Cuma

dersler derya olmuş ben de bir sandal












deryalar içinde başıboş yüzen dertler gibiyim.
hülyalar peşinde koşuyorum.
ama dert çalışmam lazım...
çalışmam söylenen onlarca ders ve
öğrenmeden "başarılı, başarısız" diye yaftalandığım
bir sistemle boğuşmak zorundayım.
geç kalmamalıyım..
maazallah devamsızlıktan kalırım.

kendilerini kral ve komutan zanneden hocaların,
üzerime gönderdikleri fotokopi orduları, ellerindeki oklarla coğrafyama tarih atıyor.
hilal taktiğiyle etrafımı çeviriyorlar.
onları ancak zımbalarla durdurabiliyorum.
diğer sınavlara kadar…

akademik kitaplar hiç bir şeyi açık açık anlatmamakta direniyor.
beni normal kitaplardan soğutmaya çalıştıklarından şüphelenmeye başladım.
kitap okumaktan zevk alırken nefret etmek de nerden çıktı?
hiç sana yakışıyor mu? dedim.
kendi içimden,
kendi bendime.
asıl sorun, istemeden bir kitabı okumak,
ya da sadece ezberlemek zorunda olmak,
yani öğrenememek,
dedim sonra.

bu, ortada hiçbir şey yokken birinin gelip kafanızı kör bıçakla kesmeye çalışmasına benzer.diye ekledim. abartarak
birilerine fırsat vermeden kendi kafamı kesmeye karar verdim.
kör bıçakla, ve kestim.
kafamı da alıp olay yerinden uzaklaşıyorum şimdi.
kan sıçramasın istiyorum sayfalara.

sahte dünyanın yalancı sınavlarından,
sahte hocaların kendileri kadar gerçek hocalıklarından,
cevabı belirsizleştirilmiş sorulardan
ve sadece anne ve babamın hatırına değer verdiğim,
hocaların düşünceleri kadar değerli olan notlardan dem vurarak yürüyorum.
[ kendime bir şey yapacak kadar cesur değilim.]
en yakın kütüphaneyi arıyorum.
kimsenin zorla bir şey okutmadığı,
kitapların okuyucuları, okuyucuların kitapları arayıp bulduğu,
eski kitapların yeni kitapların kokusuna karışıp alıştığı,
bin bir türlü dimağın bin bir türlü düşüncelerinden nemalanmaya.

iki şekerli demli bir çay istiyor babam ocaktan.
farkında olduğunu çaktırmadan bütün olanlardan
ocakçı çaya doluyor ince belli bardaktan
bir yudum alıp gidiyorum
en kaçağından…
bir şarkı çalıyor kulaklarıma uzaktan
“dersler derya olmuş ben de bir sandal.”