var mı bişeyler

film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ekim 2017 Çarşamba

the (game) yüksek bütçeli eşek şakası


Merhaba arkadaşlar. Hoş geldiniz. Şöyle rahat buyurun, anlatacaklarım var. Uzun süredir film izleyemiyorum, arada izlediğim birkaç film de içime sinmediği için yazmak istemedim. Takdir edersiniz ki içime sinmeyen şeyi yazmamam hepimiz için oldukça makul ve hoş bir davranıştır. Yazmak istediğim filmi bulana kadar bir miktar beklediğim doğrudur. Bu süre de bir miktar uzamış olabilir, bu da doğrudur. Baktım olacak gibi değil ben de işimi garantiye aldım diyebilirim.

Bütün bu düşüncelere kafamda bir birlik ve beraberlik oluşturunca iyi bir yönetmenden, iyi bir film izleyeyim dedim ve öncesinde hiçbir malumatım olmadan David Fincher’in 1997 yılında yaptığı The Game filmini açtım. The Game bu güne kadar izlemediğim iki Fincher filminden biriydi (diğeri Panic Room). Baktım filmle birbirimizden elektrik de aldık “Fincher efendi ne yapmış bakalım” dedim.

Not: Film hakkında bir şeyler yazmadan önce bu film hakkında nasıl bir şey yazsam diye bir miktar düşündüm. Yani spoiler vermeden bu film hakkında bir şey yazmak gerçekten zor gibi geldi. O yüzden yazının bundan sonrasını filmi izlemeyenlerin okumaması daha iyi olabilir. -bak hala okuyor!- ya da okusunlar, fazla spoiler vermedim diye düşünüyorum.

Gelelim filmimize. Filmin adı, adı üstünde “oyun” (yapma ya). Başrollerinde ise Michael Douglas, Sean Pennve Deborah Kara Unger var. Filmde Michael Douglas dışında çoğu şey iyiydi. (hele son sahnede berbattın Douglas kusura bakma.)

Filmin konusu ise aşağı yukarı şöyle; zengin bir adam olan Nicholas Van Orton (Michael Douglas) her dakikası planlı programlı, suratında hep çok zengin olmanın verdiği ciddiyet taşıyan, kazandığı paralara yenisini eklemezse ölecek hastalığına yakalanmış, donuk bakışlı, duygusuz, kibirli, karısından yeni ayrılmış ve babası da genç yaşta intihar etmiş sorunlu bir adamdır. (tam bir şerefsizmiş adam) Kardeşi Conrad (Sean Penn) ise hiçbir şeyi kafasına takmamakla meşhur, gamsız, her ailede bir adet bulunan para yiyen çocuk rolündedir. Abisini çok seven ve onun sıkıcı hayatın renklendirmek isteyen Conrad, doğum gününde abisini ziyarete gelir ve “Her şeyi olan adama ne hediye edilebilir ki” diyerek ona bir kartvizit verir ve oradaki numarayı aramasını salık verir. Abisinden “Tamam olum arayacam yav” sözü aldıktan sonra da çeker gider. Doğum gününde tek başına evinde takım elbisesiyle televizyon izleyen Van Orton, “Dur lan neymiş şu kart, bir bakalım” diye bu gizemli yeri arar ve randevu alır. Ardından olaylar gelişir.

Sadece çok zengin ve aşırı elit kişilerin bile çok zor dâhil olabildiği bu yere referansı olmasına rağmen zar zor kaydını yaptıran Van Orton, bu yere kaydolduktan sonra hayatında bir anda kontrol edilemez olaylar peyda olur. Olaylar o kadar kontrol edilemez noktaya gelir ki, bütün servetini dolandırıcılara kaybettiği yetmezmiş gibi kendisini öldürmeye çalışan insanlardan da kaçarken neler döndüğünü bir yapboz gibi birleştirerek anlamaya başlar. Ve bu dev kumpasın (kumpas kelimesini çok güzel değil mi?) içinden yavaş yavaş çıkmaya başlar.

Gerçekten bazı yerlerinde, “Yok artık bu kadar da olmaz” dedirten film; oyun içinde oyun, bir miktar ters köşe ve sürpriz bir son barındırıyor. Senaryosu ve kurgusu gayet iyi olan film bazı yerlerinde beni hayretler içinde bırakmayı başarmıştır. Bu kadar monoton bir hayatın içinden çıkıp kendini kocaman bir oyunun ve aksiyonun içinde bulan baş rolümüzün de olaya kendini iyice kaptırmasıyla filmin sonu güzelce bağlanmış.

Filmin başında varlık içinde yokluk çeken Van Orton’un filmin sonunda tamamen farklı ve yeniden doğmuş bir adam olarak çıkması da, “Nerede hareket, orada bereket” atasözümüzü kanıtlar nitelikte. Yönetmen bize burada “yaşarken ölüydün, ölünce yaşamaya başladın” diyor olabilir.

İnsan evladının sınırlarını zorladığında ve hayatını biraz değiştirdiğinde yapabileceği şeylerin büyüklüğünü gözler önüne seren bu yapımı bitirdikten sonra, bir filmden ziyade çok büyük ve aşırı organize bir eşek şakası izlediğim hissine kapılsam da David Fincher ve Sean Penn’in hatırına 10 üzerinden 7 veriyorum.

Boş vaktiniz varsa, kafa karıştırıcı, ters köşeli ve sürpriz sonlu filmleri de seviyorsanız bir bakın derim. Bu arada ben filmi izledikten sonra isim olarak The Game yerine “The Yüksek Bütçeli Eşek Şakası” ismini uygun gördüm, bakalım siz ne diyeceksiniz.

Bunu seven bunu da sevdi köşemizde aklıma gelen filmlerde bu hafta:

– Shutter İsland (2010)
– Snowpiercer (2013)
– 2 Coelhos (2012)
– The Others (2001)
– Seven Pounds (2008)
– Lucky Number Slevin (2006)
– Incendies (2010)

7 Şubat 2017 Salı

breaking meth




önsöz

otuz yıldır falan bu kendi açtığım iç dökme platformuna uğramamışım. bi bakayım dedim öldü mü kaldı mı öksüz gibi yetim gibi bıraktık burda garibimi inşallah öbür tarafta bloglarımız da bizden hesap sormaz. yoksa allah yardmcımız olsun her zaman her an. twitır feysbuk instgra derken insanoğlunun uzun şeyleri okumaya vakit ayırmadığı bir zamanda size uzun sayılabilecek ama bundan üç beş sene öncesine göre kısa bir alıntı paylaşacağım.


                            


paragraf başı
breaking bad adlı dizinin sanırım 3. sezonunda tek mekanda geçen ve bana göre dizinin en iyi bölümlerinden biri olan "fly" adlı bölümden alıntıladığım dizi ve fil tarihinin en büyük adamlarından sayın walter white ve onun her fırsatta kolladığı ve bir nevi oğlu yerine koyduğu jesse pinkman arasında geçen bu diyalog, sohbet veya iç döküş diziyi izlemeyenler için bir miktar spoiler içerdiğinden diziyi izlemeyen ve izleyecek olanların yazıyı burdan sonra okumamaları daha iyi olabilir. sonra bana küfür etmesinler. şüphesiz diziyi izlemeyenler için bu konuşma pek bişey ifade etmeyecektir ama bu bölümü hatırlayanlar için aynı şey söylenemez.


-tarihin gördüğü en büyüh ahçı walter white metanfetamin pişirmek için labaratuvara gelir fakat bu seferki parti diğerlerinden farklı olacaktır.-

                                                                                   

gelişme
w.white:  jane'in öldüğü geceydi evde oturuyordum. bir ara bebek bezi almamız gerekti ben de ben giderim dedim. ama sadece bahane olsun diyeydi aslında o gece sana parayı getirdiğim geceydi hatırladın mı?
j.pinkman:  evet hatırladım
w.w: ama sonrasında bara uğradım çok garipti hiç yapmadığım bir şey bara yalnız gitmek hiç anlatmadım sana da
j.p: bara gittiğini mi
w.w: içeri girdim ve oturdum öyle. oturdum işte bir adam vardı yabancı biri benimle konuşmaya başladı ama adamı hiç tanımıyorum sonradan adamın jane'in babası olduğu ortaya çıktı kazadan sonra adamı haberlerde görene kadar anlayamamıştım. yani bunun olma olasılığını bir düşünsene hesaplamaya çalıştığımda sonuç astronomik oluyor. bak şimdi olasılıklara,  ben o gece gidip o adamın yanına oturuyorum
j.p: ne hakkınıda konuştunuz,
ww: marstaki sular, aile
j.p: aile hakkında ne konuştunuz?
w.w:  ona bir kızım olduğunu söyledim o da bana bir kızı olduğunu söyledi sonra da ailenden asla vazgeçme" dedi ben de vazgeçmedim lafını dinledim.
"evren tesadüfler üzerine, kaçınılmaz bir şey yok.  basit bir kargaşa. sonsuz atom altı parçacıkları,
hedefsiz çarpışmalar" bilim bize bunu öğretiyor ama yaşadıklarım ne diyor! tam da kızının öldüğü o gece benim o adamla oturup içki içmem bize ne anlatıyor nasıl tesadüfi olabilir ki bu? işte doğru an o andı o gece evden hiç ayrılmamalıydım. evine hç gitmemeliydim. belki de her şey

daha farklı olurdu. ben evde oturmuş tv seyrediyordum. fillerle ilgili bir belgesel skyler holly'le beraber odadaydı ninni söylüyordu işte sadece o ana kadar yaşamış olsaydım bir saniye bile fazla istemiyorum.

                             
                                    .
sonuç:
tesadüf yoktur. her şey büyük bir nizam ve intizam içerisinde ilahi kudretin emriyle hareket eder. insan bu hayatta doğup ölene kadar seçimleriyle bu stüdyonun içinde kendi senaryosunu oluşturur.
   

11 Nisan 2016 Pazartesi

rush









Rush, yönetmen Ron Howard’ın –beautiful mind’ın da yönetmeni- 2013 yapımı biyografik filmi. Başrollerinde Daniel Brühl ve Chris Hemsworth var. Filmi izlerken yönetmenin kim olduğuna enteresan bir şekilde bakmadım, ben ki, filmi izlemeden önce yönetmeninden oyuncusuna incik cincik eden adamdım. Kısmet demek ki bu sefer filmden sonraya bırakmış oldum bunu. Sonra dedim ki, “Ron Howard hep biyografi çeksin be!”. Laf olsun diye değil gerçekten sadece bu iki film bu kanıya varmak için yeter de artar.


Film 1970’lerde kıyasıya bir rekabet içinde olan iki Formula1 pilotunun en alt klasmandan zirveye çıkışlarına ve zirvede kim daha fazla duracak diye giriştikleri güzel ve bir o kadar da acımasız olan dönemi anlatıyor. Daniel Brühl, iki kez Formula1 şampiyonluğu bulunan ve ölümcül bir kaza atlatıp yüzünün yarısı yandığı halde hırs, disiplin ve çalışkanlığını zekasıyla harmanlayarak –aynı zamanda mühendis sayılır kendisi- zirveye çıkan Avusturyalı pilot Niki Lauda’yı. Chris Hemsworth ise bir kez Formula1 şampiyonluğu bulunan, “Hızlı yaşa genç öl” sloganını kendisine hayat felsefesi yapmış İngiliz pilot James Hunt’u canlandırmış. Her iki oyuncuda bence rollerinin hakkını fazlasıyla abartarak vermişler ama ben oyumu Daniel Brühl’den yana kullanıyorum. (bakalım siz kime vereceksiniz?)


Yazının bundan sonrası “Formula 1 ne abi ya?”, “araba yarışı mı?” “biyografi izlenir mi bea?” diye aklında soru işaretleri bulunan arkadaşlara gelsin. Açıkçası ben de öyle aman aman Formula 1 hayranı ya da takipçisi bir adam değilim. Formula1 olayını dünyaya tanıtan Michael Schumacher’i bilirim Kimi Raikonen’i severim kimilerini de sevmem. Toplasam üç beş de yarış izlemişimdir taş çatlasa… Yani demem o ki araba yarışlarıyla ilgilenmeseniz hatta Formula’nın ne olduğunu bilmeseniz de izlenebilitesi baya yüksek bir filmden bahsediyorum. Olay sadece yarış kazanmak ya da fiyuvv fiyuvv hızlı giden arabalar değil. Olay; insanın ne yapmak istediği, yapmak istediği şeyler uğruna neleri feda edebildiği, iyi bir düşmanın veya rakibin insana zararının mı yoksa faydasının mı olduğu? vs. soruların cevabını verirken iki rakip pilotun üzerinden iki insanın yer yer alaycı, iğneleyici gayet sürükleyici üstüne de gerilim ve aksiyonla güzelce karıştırarak kasmadan anlatıyor.





Bir diğer şey ise benim biyografi filmlerinde en dikkat ettiğim olay, oyuncuların gerçekten oynadığı karaktere –fiziksel ve ruhsal- benzeyip benzememesi. Ben buna çok takıyorum ve buna takmamdan daha doğal bir şey olmadığını düşünüyorum. Çünkü sen biyografi çekiyorsan oynayan oyuncular gerçek karaktere fiziksel olarak benzeyecek kardeşim, yani o kadarını da yapın bir zahmet! Film bittikten sonra da ilk işim buna bakmak oldu. Karakterlere baktığımda gerçekten oyuncu seçimine ve makyajlara hayran kaldım. Öyle ki, Niki Lauda için Daniel Brühl müthiş seçim. James Hunt için zaten oyuncu bile aramamışlar şey demişler, “Ulan bu Chris Hemsworth aynı James Hunt’un gençliği bi biyografi filmi çekelim Hunt hazır Lauda’yı da buluruz bi şekilde.”


Filmin 1970’lerde çekildiğini söylemiştim. Kostümleri ve mekânları tarihe uyarlamak oldukça zor bir mesele ve iyi yapılmadığı takdirde film için dezavantaj olabilir ama bu konuda da filmde birkaç sahne dışında eksiklik göremedim.
Demem o ki, bu film zaman kaybı sayılmayacak derecede iyi.
Ben sevdim eller de izlesin.


Bu konuda çok iyi olup aklıma gelen diğer biyografi filmleri için buyrunuz:
Raging Bull
The Wolf of Wall Street
12 Years a Sleave
127 Hours
The İmitation Game
Malcolm X (1992)
The Theory of Everythink
l’m Not There
The Social Network.


Not: sıralama alfabeye göre yapılmamıştır.


Not2: bu yazı sinemagündem'de yayınlanmıştır.

http://www.sinemagundem.com/niki-lauda-mi-james-hunt-mi/

4 Nisan 2014 Cuma

I kina spiser de hunde (çin’de köpek yerler)



danimarka filmlerini seviyorum
bi ara hintlilere sarmıştım
bi ara irana
bi ara japonlara
güney amerika da fena değil aslında
aslına bakarsak izlenecek o kadar film var ki insan eskileri mi izlesin
yenileri mi şaşırıp kalıyor. bi ordan bi burdan yapmak en mantıklısı galiba
bilmiyorum

neyse
şu ara danimarklara sardım
snatch, lock stock and two smoking barrels veya rocknrolla gibi
efsane guy ritchie filmlerini izleyenler bu filmi de seveceklerdir diye düşünüyorum
ve olayı özet geçiyorum

arvid kendi halinde sıradan bir banka memurudur.
sabah kalk işe git mesai bitti mi eve gel yemek ye televizyon izle yat
sonra saat çalsın kalk tekrar işe git.. sonra çalış.. sonra yemek ye...
böyle bi adam yani adam monotonluğun dibinde
sevgilisi de bu yüzden arvid’i terk ediyor.
hatta bi kedi almışlar zamanında, o kedi bile evde sıkıntıdan ölmüş.

arvid’in bu monoton hayatı bir gün bankayı soymaya gelen hırsızın kafasına tenis raketiyle vurmasından sonra değişir. –yok yok ünlü falan olmuyo-
hırsız arvid sayesinde yakalaynp hapse atılır.
sonraki gün arvid’in evine ağlayarak gelen hırsızın karısı hırsızın bankayı niye soyduğunu arvid’e anlatır.
arvid yaptığı şeyden dolayı pişman olur ve bir plan yapar uzun yıllardır görüşmediği eski suçlu ve psikopat abisi harald’dan çalıştığı bankanın para nakil aracını soyup parayı hırsızın karısına vermek için yardım ister.

ve olaylar gelişir
-filmi anlattım lan nerdeyse özetliği kalmadı-

hülasa arvid’in sıradan bir banka memurluğundan psikoplığa terfi eder ve abi kardeş birbirlerine daha çok benzemeye başlar.

ve ismail abinin deyimiyle "olaylar olaylar..."
olay içinde olaylar.
trajikomik ölümler
biraz da absürdlükler karışınca
ortaya gülmelik eğlenmelik bir film çıkmış
sırp bulaşıkçı vuk için bile izlenir film
aşçılar martin ve peter de güzel ikili.
-onlar soygun adam kaçırma falan işlerinden anlamazlar sadece aşçılar-
yapanların eline sağlık diyor kuzey avrupa sinemasına gereken önemi göstermemizi ümit ediyorum.
-eettim-


 “- artık hiçbir şey anlamıyorum.
+ hayır, hiç anlamadın zaten. anlayacak ne var ki? doğru ya da yanlış diye bir şey yoktur.buna kendin karar verirsin. çin’de olsan hiç kimsenin umurunda olmadan koca bir köpeği yiyebilirsin. tek yapman gereken kabul edilemez olanı bulmak ve sonra da o şeyi yapmamaktır.

- buna inanıyor olamazsın?
+ evet, inanıyorum.”

21 grams



“venezüella’lı bir şairin şiiri şöyle başlıyor;
“dünya bizi birbirimize yakınlaştırmak için döndü..”









uzun zamandır izlemek istediğim ve türlü oyunlarla sürekli karşıma çıkan bir filmi daha izlemenin haplı gururunu yaşıyorum.

selamun aleyküm 21 grams’ı izledim

meşhur meksikalı yönetmen alejandra gonzales inarritu’nun –adamın adına bak- ilk izlediğim filmi [izlediğim ilk filmi]
tabi bu filmin ilk olmasında benicio del toro, sean penn ve naomi watts’ın etkisi tartışılmaz hatta tartışılması dahi teklif edilemez.

azcık konusundan bahsedeyim,

filmde bir kaza var ve bu kazayla kesişen üç hayat.
1- sean penn — son günlerini yaşayan ve nakil bekleyen bir kalp hastası.



2- del toro – hapisten yeni çıkmış ve hayatını artık düzene sokmaya uğraşan eski bir suçlu.

3 naomi watts — mutlu mesut hayatına devam ederken bir anda çocuklarını ve kocasını kaybeden bir kadın.





-baştan söyleyeyim film biraz ağır gidiyor sonra vay efendim bu mu söylediğin film kitap okusam bundan daha hızlı ilerlerdi falan demeyin. ama enteresan bi şekilde ilerledikçe merak duygusunu arttıran bi yapısı var.

-film sondan başa, baştan sona, sondan ortaya, ortadan sona, falan baya karışık kuruşuk parça parça ilerliyor ama bu karışıklıklar yavaş yavaş hikayeyi tamamlamanıza yarayan bir yapboz görevi üstleniyor. -yani nerdeyse beş dakikada, bir eskiye bir yeniye dönüyor-

-sean penn’i hem yönetmen he oyuncu olarak sevyoruz

-del toro usual suspects ve snatch filmlerinden severek izlediğim bi abimdir. che’ye ne kadar benzediğini söylememe gerek yok zaten. eğer bu filmde sean penn mi daha iyiydi del toro mu derseniz ben oyumu del toro’dan yana kullanırım.

-naomi watts’ın yeri ayrı zaten bu flmdeki depresif halleri ben yerden yere vuruştur hele sean penn’e bağırıp çağırdığı bir sahne var akıllara zarar. zaten bu filmle oscar’a da aday olmuş.

-ayrıca inarritu bu filmi sadece el kamerasıyla çekmiş. inarritu’ya neden böyle bir şey yaptığını sormuşlar o da şöyle güzel bişey demiş, “dünyayı el kamerasıyla gördüğümüz gibi görüyoruz”

-harbiden o kadar parça pinçik bi film ki şu an başını hatırlamıyorum.
-21 gram meselesini izleyenler öğrensin söylemiyorum
-dediğim gibi biraz ağır ve 124 dakika
-10 üzerinden 7,5 veriyorum ben.
-ben izledim eller baksın.

ve şöyle devam ediyor venezüellalı şair;
..kendi güzelliklerini bize çevirdi
en sonunda bizi bu düşte bir araya getirene dek

twelwe monkey






12 maymun filmini izledim [12 monkeys 1995]
“que sera sera” –bir şey olacaksa olacaktır-

-bilim kurgu filmlerini severim çünkü içinde hem bilim hem kurgu var. bu filmde bruce willis [jim], brad pitt [jeffrey] ve son mohikan’dan hatırladığım madeleine stowe [kathryn railly] olduğu için bana üç tane daha sevme nedeni çıktı.

neyse konudan bahsediym biraz,
1996 yılında dünyaya yayılan bir virüs yüzünden 5 milyar insan ölmüştür. ölmeyen insanlar ise yer altında yaşamaktalar. Yıl 2036’ya geldiğinde burada yaşayan bilim adamları geçmişe dönmenin yolunu bulmuşlardır ve 1996 da olan bu olayı araştırmak için jim’i zaman makinesiyle bilgi toplamaya gönderirler ve olaylar gelişir. [özet geçtim]

brad pitt akıl hastası rolünde.
[öyle bir akıl hastası ki bir çete kurup (12 maymun) insanlığın sonunu getirecek planlar yapan bir deli! yani delinin akıllısı, yani en akıllı deli.]



bruce willis zamanda yolculuk etmek zorunda olan bir suçlu. zorunda çünkü suçunu affettirebilmesi bu olaya bağlı. bir başka sebebi de 1990 yılına gittiğinde gördüğü psikolog tabi.

filmi izledikten sonra internetten yorumların çoğunu okudum ama hala tam anlamıyla çözdüğüm söylenemez.

bence filmin ana fikri şu: “zamanda yolculuk yapabilir, geriye gidebilirsiniz ama asla olacakları değiştiremezsiniz.”

izledikten sonra olayları kafada birleştirmek ve biraz daha düşünmek gerekiyor. ben düşündüm yine çözemedim o ayrı. iki kere izlemekte fayda var.
[ben bunu daha ileri bir tarihe erteledim]

brad pitt bu filmde dört yıl sonra efsane olacağı tyler durden’a selam çakmış.
ayrıca “la yakışıklı diye oynatıyolar bunu yea” diyenlerin ağzının payını veriyor.

bruce willis her zaman olduğu gibi çok sağlam bi kaç tane sahnesi harbiden insanı etkiliyo.



zaman kavramını gerçekten düşündüren ve kafa kurcalayan film.
[kafamı kaşıyorum]

alfred hitchcock reyise de yönetmen terry gilliam selam çakmış vertigo ve birds filmlerinden bi kaç sahne var.

he bi de brad pitt role daha iyi hazırlanmak için deliler hastanesinde biraz takılmış. gerçekten izlerken deliden farkı olmadığını anlıyor insan.
oyuncu olduğu ve bunun bir film olduğu akla gelince daha çok saygı duyuyor.

sonracıma jeffrey yani brad pitt’den bi kaç alıntıyla bitiriyorum.

jim hastaneye yeni gelmiştir ve oradaki yeni arkadaşı jeffrey ona hastaneyi gezdirmektedir. [adam böyle bi deli işte, hastane kurallarını falan anlatıyo çok iyi sahneydi]

motor!

jim: telefon etmeliyim.
jeffrey: telefon? bu dış dünyayla iletişim demektir. doktorun takdirine bağlı. bu kaçıkların hepsi telefon edebilseydi delilik telefon kablolarından süzülerek etrafa yayılır, bütün o zavallı insanların kulaklarına akar, onlara bulaşırdı. her yerde deliler.. delilik salgını herkese bulaşırdı.

“bu tellerle dışardaki insanları bize karşı koruyorlar halbuki dışardakiler de bizim kadar deli“

“mikroplar, bize dezenfektan ve sabun satmak için bir komplodur.”

12 Eylül 2013 Perşembe

vertigo





vertigo'yu izledim,
[dikkat spoiler içerebilir sonra sövmeyin]
- filmin başlayış müziği harika -hatta ben indirdim dinleyip dinleyip tırsıyorum-
bu: http://www.youtube.com/watch?v=kC5AzFc3coo  -çok güzel lan-
- insanın san francisco'ya gidesi geliyor.
- 1958 yapımı olmasına rağmen renkli olması da beni şaşırttı.
- film tam bitti derken yeniden başlıyor
- bir çok yerinde izleyici şaşırtıyor- neyse spoiler yok-
[zaten sonu tahmin edilebilir filmler boşa izlenmiş filmlerdir]
- ayrıca filmde baş dönmesi efekti için hitchcock'un ilk kez kullandığı ileri geri geri kamera hareketi daha sonraki yönetmenlere örnek olmuş ve bu teknik "hitchcock zoom"u veya "vertigo effect" olarak adlandırılmış.
- bir hitchcock kolay yazılmıyor ama kolay okunuyor.
- kim novak çok güzel.

8 Eylül 2013 Pazar

vertigo 2















kadın (kim novak) ve adam (james stewart) çok yaşlı ağaçların bulunduğu bir parka gelmişlerdir, bir ağacın yanında dururlar,


kadın: kaç yıllık?
adam: 2000 belki de daha fazla.
k: en uzun yaşayan şeyler.
a: evet. buraya daha önce gelmedin mi?
k: hayır.
a: ne düşünüyorsun?
k: insanlar doğup ölürken bu ağaçlar yaşamaya devam ediyor.
a: esas adları sequoia sempervirens "her zaman yeşil ve canlı"
k: onları sevmiyorum.
a: neden?
k: öleceğimi bildiğim için.


[vertigo, (1958) alfred hitchcock]

30 Eylül 2012 Pazar

ismini hatırlamadığım kovboy filmi diyaloğu aşağıdaki gibi değildir















geçen gün peder yine yabancı bir film aramak üzere rutin kanal arama işini yaparken trt 1'de bir kovboy filmi yakaladı. bulunca da özellikle kovboy filmi arıyormuş da bulmuş gibi sevindi kumandayı eline alıp çiçek oldu.

ben de filmin kendime göre izlenebilir olup olmadığına karar vermek için kulak ve göz misafiri oldum. baktım film iyi, güzel diyaloglar da akıp geçmekte iyice dikkat kesildim ve birazdan aşağıda okuyacağınız diyaloğu son anda yakaladım. bazı yerleri salladım ama orijinal metne sadık kalmaya gayret gösterdim.

*ekşın!*

[esas oğlan çetesine yeni adamlar kazandırmaya çalışmaktadır ve meksikalı iyi bir silahşörle karşılarşır]
-motor!

+ adın ne?
- santiago alvarez domingo rodrigez.
+ neden size bu kadar uzun isim verirler?
- bilmiyorum belki de hayatlarımız kısa sürdüğü içindir...

-üç noktadan sonra düşünüyoruz-hamiş: kovboy deyince aklıma ilk clint eastwood geldiği için bu resmi koydum. filme oynayan oyunculardan hiçbirini tanımadığım için koyamadım adını da nasıl çevirmişlerse orijinalini de bulamadım. sizin anlayacağınız filmde clint abimiz yok.