var mı bişeyler

4 Ekim 2017 Çarşamba

the (game) yüksek bütçeli eşek şakası


Merhaba arkadaşlar. Hoş geldiniz. Şöyle rahat buyurun, anlatacaklarım var. Uzun süredir film izleyemiyorum, arada izlediğim birkaç film de içime sinmediği için yazmak istemedim. Takdir edersiniz ki içime sinmeyen şeyi yazmamam hepimiz için oldukça makul ve hoş bir davranıştır. Yazmak istediğim filmi bulana kadar bir miktar beklediğim doğrudur. Bu süre de bir miktar uzamış olabilir, bu da doğrudur. Baktım olacak gibi değil ben de işimi garantiye aldım diyebilirim.

Bütün bu düşüncelere kafamda bir birlik ve beraberlik oluşturunca iyi bir yönetmenden, iyi bir film izleyeyim dedim ve öncesinde hiçbir malumatım olmadan David Fincher’in 1997 yılında yaptığı The Game filmini açtım. The Game bu güne kadar izlemediğim iki Fincher filminden biriydi (diğeri Panic Room). Baktım filmle birbirimizden elektrik de aldık “Fincher efendi ne yapmış bakalım” dedim.

Not: Film hakkında bir şeyler yazmadan önce bu film hakkında nasıl bir şey yazsam diye bir miktar düşündüm. Yani spoiler vermeden bu film hakkında bir şey yazmak gerçekten zor gibi geldi. O yüzden yazının bundan sonrasını filmi izlemeyenlerin okumaması daha iyi olabilir. -bak hala okuyor!- ya da okusunlar, fazla spoiler vermedim diye düşünüyorum.

Gelelim filmimize. Filmin adı, adı üstünde “oyun” (yapma ya). Başrollerinde ise Michael Douglas, Sean Pennve Deborah Kara Unger var. Filmde Michael Douglas dışında çoğu şey iyiydi. (hele son sahnede berbattın Douglas kusura bakma.)

Filmin konusu ise aşağı yukarı şöyle; zengin bir adam olan Nicholas Van Orton (Michael Douglas) her dakikası planlı programlı, suratında hep çok zengin olmanın verdiği ciddiyet taşıyan, kazandığı paralara yenisini eklemezse ölecek hastalığına yakalanmış, donuk bakışlı, duygusuz, kibirli, karısından yeni ayrılmış ve babası da genç yaşta intihar etmiş sorunlu bir adamdır. (tam bir şerefsizmiş adam) Kardeşi Conrad (Sean Penn) ise hiçbir şeyi kafasına takmamakla meşhur, gamsız, her ailede bir adet bulunan para yiyen çocuk rolündedir. Abisini çok seven ve onun sıkıcı hayatın renklendirmek isteyen Conrad, doğum gününde abisini ziyarete gelir ve “Her şeyi olan adama ne hediye edilebilir ki” diyerek ona bir kartvizit verir ve oradaki numarayı aramasını salık verir. Abisinden “Tamam olum arayacam yav” sözü aldıktan sonra da çeker gider. Doğum gününde tek başına evinde takım elbisesiyle televizyon izleyen Van Orton, “Dur lan neymiş şu kart, bir bakalım” diye bu gizemli yeri arar ve randevu alır. Ardından olaylar gelişir.

Sadece çok zengin ve aşırı elit kişilerin bile çok zor dâhil olabildiği bu yere referansı olmasına rağmen zar zor kaydını yaptıran Van Orton, bu yere kaydolduktan sonra hayatında bir anda kontrol edilemez olaylar peyda olur. Olaylar o kadar kontrol edilemez noktaya gelir ki, bütün servetini dolandırıcılara kaybettiği yetmezmiş gibi kendisini öldürmeye çalışan insanlardan da kaçarken neler döndüğünü bir yapboz gibi birleştirerek anlamaya başlar. Ve bu dev kumpasın (kumpas kelimesini çok güzel değil mi?) içinden yavaş yavaş çıkmaya başlar.

Gerçekten bazı yerlerinde, “Yok artık bu kadar da olmaz” dedirten film; oyun içinde oyun, bir miktar ters köşe ve sürpriz bir son barındırıyor. Senaryosu ve kurgusu gayet iyi olan film bazı yerlerinde beni hayretler içinde bırakmayı başarmıştır. Bu kadar monoton bir hayatın içinden çıkıp kendini kocaman bir oyunun ve aksiyonun içinde bulan baş rolümüzün de olaya kendini iyice kaptırmasıyla filmin sonu güzelce bağlanmış.

Filmin başında varlık içinde yokluk çeken Van Orton’un filmin sonunda tamamen farklı ve yeniden doğmuş bir adam olarak çıkması da, “Nerede hareket, orada bereket” atasözümüzü kanıtlar nitelikte. Yönetmen bize burada “yaşarken ölüydün, ölünce yaşamaya başladın” diyor olabilir.

İnsan evladının sınırlarını zorladığında ve hayatını biraz değiştirdiğinde yapabileceği şeylerin büyüklüğünü gözler önüne seren bu yapımı bitirdikten sonra, bir filmden ziyade çok büyük ve aşırı organize bir eşek şakası izlediğim hissine kapılsam da David Fincher ve Sean Penn’in hatırına 10 üzerinden 7 veriyorum.

Boş vaktiniz varsa, kafa karıştırıcı, ters köşeli ve sürpriz sonlu filmleri de seviyorsanız bir bakın derim. Bu arada ben filmi izledikten sonra isim olarak The Game yerine “The Yüksek Bütçeli Eşek Şakası” ismini uygun gördüm, bakalım siz ne diyeceksiniz.

Bunu seven bunu da sevdi köşemizde aklıma gelen filmlerde bu hafta:

– Shutter İsland (2010)
– Snowpiercer (2013)
– 2 Coelhos (2012)
– The Others (2001)
– Seven Pounds (2008)
– Lucky Number Slevin (2006)
– Incendies (2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder